G
Gazeteci Çetin Emeç suikastının üzerinden 20 sene geçti. Bu
cinayet de tıpkı diğerleri gibi hala aydınlanmadı. Eşi Bilge Emeç içindeki
acısını itiraf etti: “Ben vatansever bir kadınım gerçeklerle yüzleşmek istemedim”
Sanem Altan'ın ropörtajı
Gazeteci Çetin Emeç suikastının üzerinden 20 sene geçti. Bu cinayet de tıpkı diğerleri gibi hala aydınlanmadı. O karanlık içinde yaşayan eşi Bilge Emeç içindeki acısını itiraf etti: “Ben vatansever bir kadınım gerçeklerle yüzleşmek istemedim”
Gazeteci Çetin Emeç suikastının üzerinden 20 sene geçti. Bu cinayet de tıpkı diğerleri gibi hala aydınlanmadı. O karanlık içinde yaşayan eşi Bilge Emeç içindeki acısını itiraf etti: “Ben vatansever bir kadınım gerçeklerle yüzleşmek istemedim”
Tam 20 sene geçti üzerinden. Neredeyse hiç konuşmadınız.
Çetin Emeç suikastı en konuşulmayan suikast oldu. Sizi üzmek istemiyorum ama
izninizle o güne dönelim istiyorum. 7 Mart sabahı evden çıkarken diğer
günlerden farklı bir hali var mıydı Çetin Emeç’in?
Konuşmadım çünkü bıktırma siyaseti yaptılar. Usandırma
politikası güttüler. Ve başarılı oldular. ‘Çözmesinler, istemiyorum’
dedirttiler. En acılı günlerimde, geliyorlardı, anlattırıyorlardı,
gidiyorlardı. Sonra bir başkası geliyordu, sonra bir başkası. ‘Ya ben bunları
anlattım diyordum’, ‘Dosya boş, ifadeler yok edilmiş. Baştan yapacağız’
diyorlardı. Kaç kere kayboldu ifadeler, kaç kere. Defalarca soruşturmayı
yürüten terörle mücadelenin başındaki kişi değişti. Çok ağırıma gitti bu
olanlar. Nasıl kaybolur ifadeler? Asıl, Çetin’in arabasında yanında olan
çantasından sonraki gün yazacağı yazı kayboldu. O yazıda ne vardı, merak
ediyorum.
Bilerek mi çözmediler sizce?
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’yu, Emniyet Genel Müdürü’nü
suçluyorum, İçişleri Bakanı evime taziyeye geldiğinde ‘Olay burada mı oldu,
gazetenin önünde mi?’ diye sorabildi. Çözmemek için uğraştılar sanki. Çözmemeye
programlıydı her şey. Dosyalar kaç defa boşaltıldı. Savcı olaydan kaç gün sonra
ifadelerimizi aldı, hatta adeta azarlayarak yaptı bunu. Bu cinayette birçok ilk
vardı. Çapraz ateş ilk defa, kar maskesi, ilk defa şoförü öldürüldü birinin,
kullanılan silah ilk defa kullanılmış bir suikastte. İngram marka silah ilk
defa kullanılmış. Yurtdışından gelebiliyor o silah ancak.
Tetikçi yakalandı değil mi?
Katilin bulunması çok önemli değil. Yakalanan katilin de
gerçek olduğunu düşünmüyorum. Tetikçiyi yakaladılar güya. O çocuk cezaevinde
evlendirildi. Hrant’ınki de aynı oldu ya. Evlendi. Nasıl oluyor anlamıyorum.
Gerisinde kim var bu işlerin hala çözülmedi. Çözülse de ne olacak ki artık onu
da bilmiyorum gerçi. Sürekli dinle ilgili tehdit aldığımız için hep ‘İran’
dedik, ‘Dinciler’ dedik. Çünkü ben Atatürkçü, orduyu seven, vatanperver bir
kadınım. O yüzden daha devletime hiç kızmadım ben. Başka gerçeklerle yüzleşmek
istemedim. O yüzden hep İran demek işime geldi sanırım. İran’ın yaptığına
inanmak istedim.
Hiram Abas uyarmıştı
Cengiz Çandar “Turgut Özal, Çetin’in öldürülmesi diğer
cinayetlerden farklı, dedi bana” demişti. Bunu araştırdınız mı hiç, neymiş bu?
Semra Özal eve gelmişti. “Aslında neler olup bittiğini
hiçbirimiz bilmiyoruz, çok derin bu işler demişti” bana. Nebahat de şahit
hatta. Sonra ‘Demedim’ dedi. Bilmiyorum ki Sanem. Hiram Abas öldürülmüştü, 88’de
Özal’a suikast yapılmıştı. Bir şey vardı ama herhalde. Hiram Abas, Çetin
öldürülmeden kısa bir süre önce, bir davette rastlayıp Çetin’le tanışmıştı
sonra telefon edip uyarmıştı. ‘Güzergâhınızı değiştirin’ demişti. Hiram Abas’ı
da hemen sonra öldürdüler. Zaten MİT’in elinde öldürülecekler listesi varmış.
Oktay Ekşi bana anlattı. Oktay Ekşi, Çetin Emeç, Erol Simavi diye. Oktay’ın evi
korunuyordu, Erol Simavi zaten ortada yok, en kolayı Çetin’di sanırım.
Tehditler çok fazlaydı değil mi?
Çetin hiçbir şey anlatmazdı bana korkmayayım diye. Hatta
azarlardı. ’Artık sen hayal kurmaya başladın’ derdi. Çok tehdit telefonu
geliyordu. Posta kutusuna pulsuz mektuplar bırakırlardı. Yani kapımıza kadar
geliyorlardı. Ama Çetin bunu konuşmamıza bile izin vermezdi. Hatta birgün
gazeteyi arayıp “Ne olur Erol Simavi’ye söyleyin Çetin’i uyarsın, böyle sert
yazmasın, çok tehdit var” demiştim. Erol Bey bana sprey göndermişti, bayıltmak
için. Dalga geçer gibi. Bir yazısında Erbakan’a “takunyacı” demiş.
Arıyorlardı ’Hoca’dan özür dileyecek, yazısında bunu yazsın’
diyorlardı. Üç farklı ses vardı. Biri yumuşak, genç bir sesti. Diğer ikisi doğu
şiveli seslerdi ve kabalardı. Bu üçü düzenli arıyordu. Ben konuşuyordum
adamlarla artık. Bir çeşit ilişki kurmuştuk. Ben durumun çok ciddi olduğunu
anlamıştım. Çünkü yumuşak sesli olanla, ahbap gibi olmuştuk neredeyse. Çetin’le
konuşmak istiyordu. “Adını, numaranı ver, söz veriyorum seninle konuşturacağım”
dedim. Verdi. O numaradan adres bulundu, Çetin hatta birini göndermiş bütün
Erbakan fotoğrafları duvarlarında asılı, inşaat halinde bir binanın en üst katı
bir yer çıkmıştı. Bir süre kimse aramadı sonra. Birgün evvel, uzunca boylu,
koyu gri paltosu olan, karşı kaldırımda duran bizim daireye bakan bir adamla
göz göze geldim. Resmen bizim eve bakıyordu. Hırsız olamaz, o kadar iyi giyimli
hırsız olmaz.
Çetin Bey diğer günlerden farklı mıydı o günlerde?
Olayın olduğu gece, öldürülmeseydi gazeteci çocuklarla
yemeğe çıkacakmış, onları yemeğe götürecekmiş. Sabah eşyaları hazırlandı. Bir
gece önce de benim akrabalarım vardı evde. Bir dertleri varmış, Çetin’e
anlatmaya gelmişlerdi. Gece 02.30’a kadar oturduk. Onlara taksi çağırdık, Çetin
çok kibar bir adamdı, aşağıya indi onları taksiye bindirmek için, ben de
balkona çıktım onlara bakıyorum. Taksi gitti. Çetin ellerini cebine koydu, bir
sağa bir sola, sonra tekrar bir sağa bir sola baktı. Böyle sanki ’Biliyorum
orada olduğunuzu ama korkmuyorum’ der gibiydi. Yukarı çıkınca kızar korkusundan
‘Ne oldu?’ diyemedim. Hassasiyetime kızıyordu çünkü. Ertesi sabah bu olay oldu.
Hastaneye çok geç getirdiler
Neler hatırlıyorsunuz o andan?
Ben yatak odamdayım. Çetin öptü beni, çıktı, merdivenleri
hoplayarak inmiş, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ demiş, evde çalışan Fatma’ya sonra
sordum ‘Hep der miydi?’ bunu diye, ’Belki o gün sesli dedi’ dedi. Çıkar çıkmaz
gibi, çok tuhaf bir ses geldi dışarıdan. Fatma’ya ‘Bir şey mi kırıldı?’ dedim.
Ses çok tuhaftı çünkü anlamadım. Sonra dışarıdan uğultular çoğalmaya başladı.
Cama koştum. Bir baktım arabanın camları bütün kırık, Çetin koltuğunda hiç
kıpırdamadan oturuyor, hiç hareket yok. Hemen anladım “Yaşıyor mu?” diye
bağırdım. Fatma “Yaşıyor” dedi. Hemen giyindim. Fırladım, arabaya binip
hastaneye götüreceğim. O an böyle bir plan yaptım. Yalın ayak falan fırlamışım.
Hem bilinçliyim hem bilinçsiz hareketler yaptım o an.
Alt katımızda kızkardeşi Zeynep oturuyor. Bize küs gibi.
Mehveş’in konser davetiyesi ona gitmemiş mi ne, bunu bahane ederek kızmış.
Arayı soğuk tutmak için bahane yaratmış. Neyse, indim aşağıya Çetin’in arabası
gidiyor, bilmiyorum da o an Sinan’ı da vurduklarını, Zeynep bana çok sakin bir
şekilde “Ben onu Doğan’la yolladım” dedi. Doğan dediği Zeynep’in oğlu, 20
yaşında. Merdivenlerden çıktı, sakin sakin evine gitti. Her şeyi unuturum,
Zeynep Gezgin’in o halini unutmam ve affetmem. Doğan’ın yanında bir de arkadaşı
varmış. O Çetin’in yanına oturmuş zaten. Bende numarası var çocuğun, hala
arayıp ‘Çetin bir şey dedi mi?’ diye sormadım, hem çok öğrenmek istiyorum hem
öğrenmek istemiyorum çünkü. Çocuklar çok geç getirdiler Çetin’i hastaneye. Çok
geç. Zeynep’i Allah’a havale ediyorum.
Kimler vardı o günlerde yanınızda?
Dostlarımla bir süre klan halinde yaşadık. Suna ve İnan’la.
Bütün Koç Ailesi çok yanımdaydı. Allah razı olsun. Dinimle ayakta kaldım.
Allah’a sığınarak. Ben her sabah şükür namazı kılarım. Hala da kılarım. O sabah
tabii ki kılamadım. Artık her şeyin bittiğini anladım. Çok bitkin, perişan ve
neredeyse şuursuzca hastaneden eve döndüm. Otururken birden namazımı
kılmadığımı hatırladım, odama çıktım, namazımı kıldım, ardından şükür namazımı
kılacağım. Birden durdum ‘Neye şükür edeceğim Allah’ım?’ derken, isyan
edeceğime çocuklarım için şükrettim. Ve o an gücümü topladım sanki. Ve öyle
gitti. Çocuklarım için.
Çetin sabahları ellerini açar duasını eder öyle evden çıkardı
Sanem Altan, Çetin Emeç’in eşi Bilge Emeç ‘le Etiler’deki
evinde dört buçuk saat görüştü. Emeç’in o zamanki asistanı Nebahat Ercan da
onlara katıldı.
Sabahları çok erken kalkarmış Çetin Bey değil mi, erkenden
gidermiş gazeteye.
Çetin sabahları 07.30-08.00 gibi çıkardı evden. Radyoyu
kurardı. Her sabah oyun havaları, türkü ile uyanırdık biz. O saatte o var tabii.
Uyanır, mutlaka 40 dakika jimnastiğini yapar, soğuk duşunu alır, merdivenleri
zıplayarak iner giderdi. Bir de mutlaka çıkmadan duasını okurdu. Kıbleye karşı
durur, ellerini açar duasını yapardı. Kimseye göstermeden ama. Çocukların
odasına girer, kapıyı kapatırdı.
Sordunuz mu hiç ne diyormuş duasında, ne duası ediyormuş?
Sormadım çünkü ben de beş vakit namaz kılan biriyim. Her
zaman kılardım gençliğimden beri. Suna Kıraç benim çocukluk arkadaşım. Suna,
Sevgi, ben, Sadberk Hanım Tarsus’a gitmiştik, izin almıştım beni de
götürmüşlerdi. Sadberk Hanım’ın küçücük bir pusulası vardı onu seccadeye koyar,
kıblesini bulur namazını kılardı. Ben de yanında oturur, onun yaptığını
yapardım. Hatta Vehbi Bey’e mektup yazmış “Bilge namaz kılıyor, bizim kızlarda
iş yok ama” demiş. Benim de pusulam vardır. Sadberk Hanım’dan görmüştüm, hep
taşırım. Çetin’den de evvel kılardım. Mini eteğimi de giyerdim, rujumu da sürerdim
ama namazımı da kılardım.
Siz çok gezen, beraber eğlenen bir çifttiniz. Sizi öyle
hatırlıyorum.
Tabii Sanemciğim, bizim bu namımız meşhurdu. Ama hiçbir
davete beraber gidememişizdir. Beni gönderir, arkadan o gelirdi. İşi gücü hep
çoktu. Bizim en büyük özelliğimiz, çok ortak zevkimiz vardı Çetin’le.Ben piyano
çalardım, o senelerce keman çalmış.
Çocuklarınız Mehveş ve Mehmet...
Çocuklarla bu konuyu hiç konuşmadık neredeyse. Mehmet 20
yaşındaydı. Ama şaşırtıcı bir şekilde çok olgundu. Bana “Babam kalp sektesinden
gitse mutlu olur muydu, babamın bu yazıları neden yazdığını bilmiyor musun,
vatanını seven biriydi ve babam mutlu bence. Babam buna hazırdı” dedi bana.
Sonra öğrendim ki Çetin Memo’yla birkeresinde Amerika’ya gittiğinde konuşmuş,
durumu anlatmış. Böyle bir şey olursa ona emanet etmiş hepimizi.
Erol Simavi bizi aramadı, o gün bile
“Erol Bey’e sevgimiz ve saygımız çok büyüktü. Ama hadisede o
kadar ayıp etti ki, öyle bir vefasızlık yaptı ki, anlamak mümkün değil.
Suikasti unutturma politikası yaptılar resmen. Onu bırak, aramadı bile. Ne ilk
gün ne geçen 20 senede bir kez. Bir gün hatırımızı sormadı. Yok oldu ortadan.
Belma Simavi geldi gitti. Sofralar kurdu, içkili falan. O evde hiçbir acı
yaşanmıyormuş gibi. Çetin’in olayından beş gün sonra Memo’nun doğumgünüydü.
Belma, Memo’nun doğumgününü hatırlamış gelmiş, o acının içinde, keşke
hatırlamasa, neyse bir de Memo’ya güneş gözlüğü hediye getirmiş. Hiç anlamadım.
Bu ne hediyesiydi. Ne tuhaf bir hediye.
Çetin’in başına ne gelmiş, onlar ne havada. Çetin haftalık
yazı yazıyordu. Onu günlük yazıya Erol Simavi zorladı. Oğlu Sedat Simavi’nin
isteği üzerine Rahmi Turan genel yayın yönetmeni olmuştu o dönem. Çevreden çok
etkilenen biriydi Sedat. Sağdan soldan onu doldurdular, zavallı. Erol Bey bunu
biliyordu, oğlunun kaprisi olarak gördü ama onu kırmak istemedi. Erol Bey,
Çetin’e ”Bir oğlumu kaybettim, Sedat kapris yapıyor ama onu kıramam. Rica
ediyorum senden istifa etme, Mayıs’a kadar sabret, tekrar başa geleceksin“
diyor. Yazılarına devam etsin, hergün yazsın istiyordu. O yüzden sorumluluk aynı
zamanda Erol Simavi’nin de.
Nasıl aramaz bizi, nasıl sormaz. Bir gün bile. Sedat Simavi
Ödülleri vardı bir sene sonra, beni de davet ettiler. Ben de çağırdıklarına
göre Çetin’e bir ödül, bir şey verecekler sandım. Ne ödül ne bir şey...
Ardından Günay’a götürdüler beni. Belma Simavi, Alev, Ertuğrul Özkök, eşi Tansu,
Fulya ve Eşref Cerrahoğlu. Gözümün önünde resmen göbek attılar. Masada çok
ağlamıştım. Bir tek Tansu sanırım yapmadı. Bir de Fulya, bütün gece elimi
tutmuştu. Hatta Belma ağladım diye azarlamıştı beni.”
‘İslami Hareket’ üstlendi
Hürriyet yazarı Çetin Emeç, 7 Mart 1990’da Suadiye’deki
evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Saldırıda
Hürriyet yazarı Emeç’in şoförü Sinan Ercan da yaşamını yitirdi. Katledildiğinde
55 yaşında olan Emeç, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinin yayın yönetmenliğini
de yapmıştı. Olaydan uzun bir süre sonra yakalanan İslami Hareket Örgütü
üyelerinin, Çetin Emeç ile şoförü, yazar Turan Dursun ve İranlı rejim muhalifi
Ali Akbar Gorbani’yi öldürdükleri ileri sürüldü. Örgüt yöneticisi İrfan Çağrıcı
ve dört arkadaşı ağırlaştırılmış müebbetten, çeşitli hapis cezalarına mahkum
edilmişti.
Çetin Emeç’in asistanı Nebahat Ercan: Gelen tehdit
mektuplarına cevap yazardı
“1986’da tekrar geri dönmüştü Hürriyet’e, 90’a kadar beraber
çalıştık. Daha önce çalışmamıştık. ‘Çok sert, katı ve kimseyle geçinemez’ diye
duyduğum biriydi Çetin Bey. Yüzünü bile görmemiştim o güne kadar. Bana hiç sert
gözükmedi ama. İlk gün ’Bana sert, öfkeli derler benim sertliğim şudur bazı
şeyleri kırmızı görürüm, bana kırmızı göstermeyin hiçbir şeyi, sinirlenmem’
demişti. Bir kere kırmızı görmüş halini gördüm, ondan izinsiz ona koruma
ayarlamıştık ben ve Uğur Cebeci, o zaman.
Koruma hiçbir zaman istemedi. Bütün o tehdide rağmen hiçbir
önlem alınmadı. O istemedi ama başka biri de hiçbir şey yapmadı.
İnanılmaz arşivciydi. Arşiv yapmayı ondan öğrendim. Evden
gazeteye gelene kadar bütün gazeteleri okurdu, işaretlerdi ben de onları keser,
konularına göre dosyalardım. Genel yayın yönetmeni olarak başladı, sonra
haftada bir, tirajlar, basının o haftaki durumuyla ilgili yazılar yazıyordu.
Sonra o yazılar siyasi olmaya başladı. Yazarken de bana konuyu söylerdi ben de
o dosyayı verirdim. Kaynakça göstererek yazardı.
O dönem bu dönemin ayak sesleri gibiymiş şimdi dönüp
bakıyorum da. Atatürkçü, laik biriydi Çetin Bey ama dinine de son derece
bağlıydı. Çantasından küçük bir Kuran çıkmıştı. Ama irtica faaliyetlerinin önü
kesilemezse devlet için bunun zararları olacağına inanırdı. İlk defa
Sultanahmet’te karaçarşaflı kadınlar, cübbeli sakalllı adamlar toplu halde ortaya
çıkıp miting yapmışlardı. Çetin Bey de yazısının içinde “karafatmalar” diye bir
tabir kullanmıştı. Çok tehdit gelmişti. Zaten geliyordu, bu yazıdan sonra hiç
durmadı. Doğulu şivesi olan biri sürekli arardı. Küfür, tehdit... Evi de
arıyorlardı. Tüm tehdit mektuplarını okurdu, cevap verirdi. Telefonları da
bağlamamı isterdi. Birgün birini bağladım. Yarım saat konuştu. Kaparken de ‘İyi
günler’ diyerek kapadı. İkna etti kimse.
Kaynayan günlerdi zaten, sür manşette bir silüet resmi, ‘Bir
bilen diyor ki’ başlığıyla genellikle MİT’-ten birilerinden görüşler alır
koyardı. Mehmet Eymür’den, Mahir Kaynak’tan, Demirel’den... Onlara baktığımızda
da bu anlaşılıyordu zaten.
Çetin Bey akşam dışarı çıkacakları vakit, evden kıyafetleri
gelir, gazetede yeri vardı, duşunu alır, giyinir öyle çıkardı. Bütün gün bir
şey yemezdi, akşam önce sütünü içer, üstüne bir kadeh viski içerdi. Viskiyi
şarap kadehinde içerdi. Mutlaka ayaklı bardak olacak, öyle isterdi.
Çok farkındaydı olacakların ama buna aldırmıyor gibiydi.
Bunu yapmayacaklarına inanıyordu bence. ’Havlayan köpek ısırmaz’ derdi.
Suikastten sonra defalarca ifademizi aldılar, sürekli
verilen ifadeler kayboluyordu, dosya bomboş diyorlardı. En az 5 kere bir
Mercedes geliyordu Hürriyet gazetesine, ‘Nebahat Hanım’ı 1. Şube’ye
götüreceğiz’ diyorlardı. Ben gitmek istemiyordum. Uğur Cebeci “Gideceksin,
arkana araba koyuyorum” diyordu. Her defasında farklı insanlara anlatıyordum.
Şunu soruyorlardı: ‘Haberleri kimden alıyordu, kimlerle ilişkisi vardı,
Ortadoğu haberlerinin kaynağı kimdi?’ Hiçbirine cevap vermedim. Polislere
güvenmedim. Çünkü öldürülüşüyle ilgili sormuyorlardı. ‘O yazıları yazarken kimden
bilgi alıyor?’ diyorlardı.”
Kaynak: Vatan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder