Hürriyet’ten nostaljik anılarım istendiği zaman çok sevindim. Sevindim ama,
yazacağım o kadar çok nostaljik anılar var ki, bunları bir kitaba sığdırmak
imkânsızdır.
1967 yılında Tercüman gazetesinin muhabirliğini yapıyordum. Hürriyet’in
Avrupa Müdürü Garbis Keşişoğlu, gazetenin Avrupa’da basılmaya başladığı zaman
bana Benlüks muhabirliğini teklif etti. 1969 yılında Hürriyet’e başladığım
zaman, Tercüman gazetesinin tirajına ulaşmak bir hayal gibiydi.
Ama biz öyle
atraksiyonlar yaptık ki, bu atraksiyonlar sayesinde 3 yıl içinde Tercüman’ın
tirajını geçtik ve daha sonra da tirajımızı ikiye ve hatta üçe katladık.
Tercüman gazetesi o zaman daha çok dini yayınlar ile tiraj kazanmıştı. Biz de
onları kendi silahları ile vurmalıydık.
Atraksiyonların birincisi,
Türkiye’nin en ünlü mevlithanlarını toparlayıp Avrupa’ya getirmek oldu. Ünlü
mevlithanlar Nusret Yeşilçay ve Mahmut Hataylı başta olmak üzere, sevilen 6
mevlithanı Avrupa turnesine çıkardık.
Almanya’nın dört bir yanında
yurttaşlarımızı buluşturduğumuz mevlithanlar, o zaman gazetenin sahibi olan
Simavi ailesini ‘Simavlı’ Müslüman bir aile olarak lanse ediyor ve bu aile
hakkındaki dedikoduları çürütüyorlardı.
1970 yılında yaptığımız bu organizasyonun Hollanda toplantısını
Amsterdam’daki Atatürk Yurdu’nda yapmıştık. Ünlü mevlithanlar yaptıkları
muhteşem konuşmalar ile herkese göz yaşı döktürüyorlardı.
İkinci atraksiyonumuz, o zaman Tercüman’da yazan ünlü tefrikacı Murat
Sertoğlu’nu transfer edip, yine Avrupa turuna çıkarmak oldu.
1973 yılında tirajımız zirveye çıkmıştı. Gazetemizin dağıtımcısı Van Gelderen
firması, Türkler’e dağıtılmak üzere 10 bin adet bez poşet yaptırmıştı.
Poşetlerin üzerinde Hürriyet gazetesi fotoğrafı ve 1.000.000 ibaresi vardı. Zira
o yıl Hürriyet Hollanda’da tam bir milyon adet satılmıştı. Bizim için de sürpriz
olan bu poşetler çarşıda pazarda her Türk’ün elinde görülüyordu.
Hürriyet için yazabileceğim en eğlenceli nostalji, sevgili ve değerli
meslektaşım Ertuğrul Akbay ile ilgili olabilir.
Yıl 1978. Arjantin’de Dünya Futbol Şampiyonasını izliyoruz. Türkiye’nin tüm
ünlü futbol yazarları ve muhabirleri orada. Ben de orada tek başıma Hürriyet’i
temsil ediyorum.
Türkiye’de ‘En çok haber atlatan adam’ olarak bilinen
“Gölge Adam” lakaplı Ertuğrul Akbay kardeşimiz de orada. Ertuğrul çok iyi bir
magazincidir. O da Günaydın’a çalışıyor. Ertuğrul’un haber atlatma maceraları
öylesine çok ki, kendi anlatımı ile bunlardan biri şöyle: Ünlü Maria Callas
İstanbul’a gelmiş. Hiç kimse onunla görüşemiyor. Ama Ertuğrul bir helikopter
kiralamış ve Callas’ın bulunduğu Marmara’daki yata iniş yaparak kendisiyle
konuşmuş.
O zaman Günaydın’ın sporda çok iddiası yoktu. Ama Hürriyet hem
sporda ve hem de magazinde iddialı idi. Bu nedenle benim Ertuğrul’dan daha atik
davranmam gerekiyordu.
Ertuğrul, 1976 Monreal Olimpiyatları sırasında, Hürriyet’in ünlü foto
muhabiri Mehmet Biber ile bir anlaşmazlık sonunda kavga etmiş ve fotoğraf
makinesi ile kafasını yarmıştı. Hastaneye kaldırılan Mehmet Biber, Kanada
televizyonlarına bile haber olmuştu. Bu nedenle Ertuğrul’a fazla yanaşılmazdı.
Ertuğrul kurnaz bir gazeteciydi. Orada en büyük rakibi bendim. Bu nedenle bana
yanaşmak ve böylece beni kontrol etmek durumundaydı. Bana ilk teklifini
yapmıştı: “Bak kardeş, birlikte çalışalım ve birbirimize yardımcı olalım”
Benden de tabii ki bir ‘hay hay’ yanıtı almıştı.
Aynı gece uyumaya
giderken, otelin ilan tahtasında, ertesi sabah saat 07.00’de bir otobüsün
Arjantin milli takımının kamp yaptığı şehre gideceği yazılmıştı. Arjantin ev
sahibi olduğu için çok önemliydi. Ben bu ilanı Ertuğrul’un görüp görmediğini
merak ediyordum.
Ertesi sabah erkenden kalkıp otobüse bindiğim zaman arka sıralarda Ertuğrul’u
gördüm. Tabii ki ben önce davrandım ve ‘Neredesin be, odanın kapısını çaldım ama
yoktun’ yalanını söyledim. O da bana bir yalanla kendini af ettirmeye çalıştı.
Ertuğrul, 3 saatlik yol boyunca hayat hikâyesini ve nasıl çalıştığını
anlattı. Bu ara Mehmet Biber’i de nasıl perişan ettiğini anlattı. Arjantin
kampına vardığımız zaman, o da, ben de futbol haberinden çok magazin haber
peşine düştük. O kendine göre, ben de kendime göre güzellikler bulduk ve
gazetemize gönderdik. Burada birbirimize üstünlük sağlayamadık.
Şampiyona sırasında Arjantin’de bir güzellik yarışması da vardı. Jüri üyeleri
arasında bizim Togay Bayatlı da olduğu için, tüm Türk gazeteciler özel
davetliydi.
TV’den canlı yayınlanan yarışma sırasında, sahnedeki güzellerden birine
yanaştım ve ‘En güzel sensin’ diye iltifat ettim.
Yarışma sonrasında benim
favorim kraliçe seçilince, yaptığı ilk iş benim boynuma sarılmak oldu. Ondan
sonra bu kızın ‘hamisi’ durumuna geldim ve bütün programı onunla birlikte
yaşadım. Fotoğraf çekimi ve mülakat için hep bana başvuruluyordu. Tabii ki bu
arada ben de onunla birlikte dans ederken fotoğraf çekildim. Ertuğrul da kendine
göre fotoğraflarını çekiyordu.
Yarışma sonrasında otele giderken Ertuğrul teklif etti: “Kardeş, yarın sabah
saat 10.00’da Lufthans’nın önünde buluşalım ve filmlerimizi gönderelim” Ama ben
Ertuğrul’a güvenemezdim ki. Aynı gece özel bir adreste filmi banyo ettirdim.
Filmden bir tek kare kestim. Zarfladıktan sonra sabah saat 09.00’da İberia
Havayolları’na gittim. Zarfımı Madrid ve Frankfurt üzerinden İstanbul’a
gönderdim. Zarfın bu şekilde aktarmalı gitmesi zordu ama bu bir kumardı.
Ertuğrul ile saat 10.00’da buluştuğumuz zaman film şeridini olduğu gibi
gösterdim. Filmi zarfa koydum. O da filmini zarfa koydu. İki zarfı birlikte
Lufthansa’ya verdik.
Çok talihliymişim ki, İberia ile gönderdiğim zarfım o günün akşamı Madrid ve
Frankfurt’tan sonra İstanbul’a ulaştı. Ertesi gün Basın Merkezi’nde telekslerin
başındayız. Milliyet’in Fotoğraf Servisi Müdürü Hüseyin Kırcalı da
yanımızda.
Ertuğrul yazıyor: “Burada güzellik yarışması yapıldı... Filmler
bugün elinize geçecek”
Karşı taraftan cevap: “Güzellik Yarışmasına ait haber
ve fotoğraf bugün Hürriyet’in birinci sayfasında var” O zaman Ertuğrul’un yüzünü
görmeliydiniz. Bana döndü ve sorar gibi baktı. Ben de ‘Ajanslardandır’ dedim.
Ertuğrul da aynısını yazdı ama oradan gelen cevap daha da moral bozucuydu:
“Fotoğraf renkli”.
O zaman ajanslar henüz renkli fotoğraf çekmiyorlardı. Ben
de ‘Ne bileyim kardeşim, filmi beraber göndermedik mi? O resim bir ajanstan
gitmiştir’ diye ısrar edince, Hüseyin Kırcalı araya girdi ve Ertuğrul’u daha çok
fitillemeye başladı: “Vay be Ertuğrul, başına bu da mı gelecekti. Hürriyet
basıldı, satıldı ve Diyarbakır’da kese kağıdı oldu ama senin haber halâ
yayınlanmadı.”
Egale edilemeyen gol kralı
Ertuğrul ile Arjantin’de bu kez bir başka ödül törenindeyiz. Dünya
Kupaları’nın egale edilemeyen gol kralı Juste Fontaine’ye ödül verilecek. Dünya
Kupası tarihinde, İsveç 1958'de 13 gol atarak rekor kıran Fontaine’nin ödül
törenine Halit Kıvanç, Necmi Tanyolaç, Kemal Belgin, Togay Bayatlı, Metin Türel,
Erol Aydın, Hüseyin Kırcalı, Ertuğrul Akbay ve ismini hatırlayamadığım arkadaş
ile kalabalık bir şekilde gitmiştik. Orada Ertuğrul Akbay, güzel bir kız ve top
buldu. Kızı masaya çıkardı. Fontaine’yi de yanında getirdi. Ben de arkadaşlara,
‘Bakın şimdi Ertuğrul’u nasıl çıldırtacağım’ dedim. Ve arkasından deklanşöre bir
kez bastım. O sırada Ertuğrul geri döndü ve “Benim hazırladığım sahneyi çekme
yahu ” diye bağırdı. Arkadaşların yanına oturduğum zaman hepsi kıs kıs
gülüyorlardı.
O gün filmleri ancak akşam uçağı ile gönderebilirdik. Haber de ertesi gün
kullanılabilir ve iki gün sonra da yayınlanabilirdi. Saate baktım. Frankfurt’a
gidecek olan bir uçağın kalkmasına yarım saat vardı. O uçağa kargo vermenin
imkânı yoktu. Ben tuvalete gider gibi yaptım ve bir taksiye atlayarak 10 dakika
ilerideki havaalanına gittim. Basın kartı sayesinde içeri girdim ve Lufthansa
uçağına kadar gittim. Bir hostese yalvardım. Bir arkadaşımın kendisini Frankfurt
havalimanında karşılayacağını söyledim. Hostes kabul etti ve içinde film olan
zarfımı aldı. 20 dakika sonra geri döndüğüm zaman, yerime otururken Hüseyin
Kırcalı yine konuştu: “Eee Sayın Karaçay, zarf gitti mi? ”
O an Ertuğrul’u
gerçekten görmeliydiniz. Hüseyin ateşlemeye devam etti: “Oh anam oh, haber yine
yarın Hürriyet’te. Diyabakır’da kese kâğıdı olduktan sonra da film Günaydın’a
gidecek”
Ajda Pekkan ve Eurovizyon
Kader Ertuğrul ile beni bir kez de 1980’de Hollanda’da karşı karşıya
getirdi.
Ajda Pekkan Eurovizyon Şarkı Yarışması için Hollanda’daydı.
Böyle
olunca, Ertuğrul Akbay ile Arjantin sonrasında bir de Lahey’de kapıştık. O zaman
Hürriyet’in başında ağabeyim ve dostum rahmetli Nezih Demirkent vardı. Ajda,
ünlü bir işadamı ile yaşıyordu. Rahmetli Demirkent telefonla aradı:
”İşadamı
……. bugün Hollanda’ya gidiyor. Havalanından al ve ilgilen. Sonra da bir ara Ajda
ile birlikte fotoğrafını çek ve bana gönder. Bu işi yapamazsan ceketini alır ve
Hürriyet’ten gidersin ha ! ”
İşadamını havaalanından aldım ve Lahey’deki
otele götürdüm. Ertesi gün, Lahey’de otelde işadamı, Ajda ve eşimle otururken
Ertuğrul Akbay geldi. Artık bir yarış da burada başlayacaktı. Ben o zaman aynı
zamanda TRT’ye de çalışıyorum. Kafile Başkanı TRT’ci Bülent Özveren’e, “Bak, bu
Ertuğrul Ajda ile ne yapmak isterse bana bildir ha ! ” dedim. Daha sonra onun
Ajda’yı bir camiye götürüp dua ederken fotoğraf çekeceğini öğrendim. İyi bir
işti. Ben de Ajda’yı Hollanda’nın otantik kasabası Volendam’a götürmeyi
planladım ve Bülent Özveren’den bu izni aldım. Daha sonra işler sıkışınca
gidemedik. Ben de Volendam’a adam gönderdim ve bir milli kıyafet satın
aldırdım.
Ajda’yı Lahey’e yakın Minyatür Park Madurodam’a götürdüm. Orada
Volendam kıyafeti giydirdim. Bir yığın fotoğraf çektikten sonra sokakta bir
laternacı buldum. Orada da çektiğim fotoğraflar başta Hürriyet olmak üzere,
Kelebek, Hafta Sonu, TV’de 7 Gün ve Gong dergilerinde birinci sayfadan
yayınlandılar.
Ajda’nın işadamı ile fotoğraf çekimini merak ediyorsunuzdur. Onu da
anlatayım.
Hiçbir gazetecinin fotoğraf çekmeye teşebbüs bile edemediği
işadamı, Ajda, ve eşim ile, fiyaskoyla sonuçlanan yarışma sonrasında otelin
barına gittik. İşadamı da Ajda da kederden çok içtiler.
O sırada işadamına
seslendim:
“ ….. kardeş bir hatıra fotoğrafı çekilelim mi?”
İşadamından
yanıt cesurcaydı : “Çekin anasını satayım”
Barda dolaşan foto muhabirimiz
Zozo Toledo’ya seslendim :
“Zozo, gel bir fotoğrafımızı çek. ”
Zozo’dan
yanıt : “Çekmem abi”
İşadamına sesleniyorum : “Söyle şuna bir fotoğrafımzı
çeksin”.
İşadamı sesleniyor : “Çek lan Zozo”.
Zozo direniyor : “Abi
şimdi sarhoşsun, yarın ayıkınca beni mahvedersin”.
Sonuçta Zozo’ya resim
çektirdik.
Aynı gece Schiphol Havalimanına gittim ve zarfı kargoya
verdim.
Ertesi gün sabah otelde Ajda ile TRT için çekim yaparken işadamı
İstanbul’u telefonla arıyordu :
“Gazeteleri dolaşın. Fotoğraflar gitmiş.
Çaresine bakın.”
Ama Nezih ağabey, Hafta Sonu gazetesinin birinci sayfasını tamamen bizim
fotoğraflarla doldurmuştu. “ İlhan Karaçay, ünlü işadamı ve Ajda Pekkan’ı işte
böyle görüntüledi.” Başlığı ile sadece 100 adet bastırmıştı. İnanır mısınız,
ünlü işadamınin isteği üzerine o akşam gazetenin sahibi Erol Simavi bile işe
müdahele etmiş ve gazeteye kadar gelmişti. Aynı akşam ne oldu biliyor musunuz?
Anadolu’ya gazete götüren tüm kamyonlar durmuştu. Zira bu nakil işini de o ünlü
işadamı yapıyordu.
Evet, işte bunlar gazeteciliğin güzel anları.
Ama
gazeteciliğin çileli anları da çoktur. Örneğin, daha önce fotoğraflı olarak
yayınladığımız bir haber vardı. Hürriyet muhabiri Ünal Öztürk ile Zaman muhabiri
Basri Doğan’ı, yere oturmuş çalışırken görüntülemiştik, Hem de nerede biliyor
musunuz? Hollanda Parlamento binası içinde. Gazetelerine haber yetiştirmek ve
‘atlamamak’ için ter içinde kalan bu arkadaşlarımızın çilesini anlayın
artık.