1 Nisan 2014 Salı

İlhan Karaçay’dan Hürriyet anıları…

 

Hürriyet’ten nostaljik anılarım istendiği zaman çok sevindim. Sevindim ama, yazacağım o kadar çok nostaljik anılar var ki, bunları bir kitaba sığdırmak imkânsızdır.
1967 yılında Tercüman gazetesinin muhabirliğini yapıyordum. Hürriyet’in Avrupa Müdürü Garbis Keşişoğlu, gazetenin Avrupa’da basılmaya başladığı zaman bana Benlüks muhabirliğini teklif etti. 1969 yılında Hürriyet’e başladığım zaman, Tercüman gazetesinin tirajına ulaşmak bir hayal gibiydi.
Ama biz öyle atraksiyonlar yaptık ki, bu atraksiyonlar sayesinde 3 yıl içinde Tercüman’ın tirajını geçtik ve daha sonra da tirajımızı ikiye ve hatta üçe katladık.
Tercüman gazetesi o zaman daha çok dini yayınlar ile tiraj kazanmıştı. Biz de onları kendi silahları ile vurmalıydık.
Atraksiyonların birincisi, Türkiye’nin en ünlü mevlithanlarını toparlayıp Avrupa’ya getirmek oldu. Ünlü mevlithanlar Nusret Yeşilçay ve Mahmut Hataylı başta olmak üzere, sevilen 6 mevlithanı Avrupa turnesine çıkardık.
Almanya’nın dört bir yanında yurttaşlarımızı buluşturduğumuz mevlithanlar, o zaman gazetenin sahibi olan Simavi ailesini ‘Simavlı’ Müslüman bir aile olarak lanse ediyor ve bu aile hakkındaki dedikoduları çürütüyorlardı.
1970 yılında yaptığımız bu organizasyonun Hollanda toplantısını Amsterdam’daki Atatürk Yurdu’nda yapmıştık. Ünlü mevlithanlar yaptıkları muhteşem konuşmalar ile herkese göz yaşı döktürüyorlardı.
İkinci atraksiyonumuz, o zaman Tercüman’da yazan ünlü tefrikacı Murat Sertoğlu’nu transfer edip, yine Avrupa turuna çıkarmak oldu.



1973 yılında tirajımız zirveye çıkmıştı. Gazetemizin dağıtımcısı Van Gelderen firması, Türkler’e dağıtılmak üzere 10 bin adet bez poşet yaptırmıştı. Poşetlerin üzerinde Hürriyet gazetesi fotoğrafı ve 1.000.000 ibaresi vardı. Zira o yıl Hürriyet Hollanda’da tam bir milyon adet satılmıştı. Bizim için de sürpriz olan bu poşetler çarşıda pazarda her Türk’ün elinde görülüyordu.
Hürriyet için yazabileceğim en eğlenceli nostalji, sevgili ve değerli meslektaşım Ertuğrul Akbay ile ilgili olabilir.
Yıl 1978. Arjantin’de Dünya Futbol Şampiyonasını izliyoruz. Türkiye’nin tüm ünlü futbol yazarları ve muhabirleri orada. Ben de orada tek başıma Hürriyet’i temsil ediyorum.
Türkiye’de ‘En çok haber atlatan adam’ olarak bilinen “Gölge Adam” lakaplı Ertuğrul Akbay kardeşimiz de orada. Ertuğrul çok iyi bir magazincidir. O da  Günaydın’a çalışıyor. Ertuğrul’un haber atlatma maceraları öylesine çok ki, kendi anlatımı ile bunlardan biri şöyle: Ünlü Maria Callas İstanbul’a gelmiş. Hiç kimse onunla görüşemiyor. Ama Ertuğrul bir helikopter kiralamış ve Callas’ın bulunduğu Marmara’daki yata iniş yaparak kendisiyle konuşmuş.
O zaman Günaydın’ın sporda çok iddiası yoktu. Ama Hürriyet hem sporda ve hem de magazinde iddialı idi. Bu nedenle benim Ertuğrul’dan daha atik davranmam gerekiyordu.
Ertuğrul, 1976 Monreal Olimpiyatları sırasında, Hürriyet’in ünlü foto muhabiri Mehmet Biber ile bir anlaşmazlık sonunda kavga etmiş ve fotoğraf makinesi ile kafasını yarmıştı. Hastaneye kaldırılan Mehmet Biber, Kanada televizyonlarına bile haber olmuştu. Bu nedenle Ertuğrul’a fazla yanaşılmazdı. Ertuğrul kurnaz bir gazeteciydi. Orada en büyük rakibi bendim. Bu nedenle bana yanaşmak ve böylece beni kontrol etmek durumundaydı. Bana ilk teklifini yapmıştı: “Bak kardeş, birlikte çalışalım ve birbirimize yardımcı olalım”
Benden de tabii ki bir ‘hay hay’ yanıtı almıştı.
Aynı gece uyumaya giderken, otelin ilan tahtasında, ertesi sabah saat 07.00’de bir otobüsün Arjantin milli takımının kamp yaptığı şehre gideceği yazılmıştı. Arjantin ev sahibi olduğu için çok önemliydi. Ben bu ilanı Ertuğrul’un görüp görmediğini merak ediyordum.
Ertesi sabah erkenden kalkıp otobüse bindiğim zaman arka sıralarda Ertuğrul’u gördüm. Tabii ki ben önce davrandım ve ‘Neredesin be, odanın kapısını çaldım ama yoktun’ yalanını söyledim. O da bana bir yalanla kendini af ettirmeye çalıştı.
Ertuğrul, 3 saatlik yol boyunca hayat hikâyesini ve nasıl çalıştığını anlattı. Bu ara Mehmet Biber’i de nasıl perişan ettiğini anlattı. Arjantin kampına vardığımız zaman, o da, ben de futbol haberinden çok magazin haber peşine düştük. O kendine göre, ben de kendime göre güzellikler bulduk ve gazetemize gönderdik. Burada birbirimize üstünlük sağlayamadık.
Şampiyona sırasında Arjantin’de bir güzellik yarışması da vardı. Jüri üyeleri arasında bizim Togay Bayatlı da olduğu için, tüm Türk gazeteciler özel davetliydi.
TV’den canlı yayınlanan yarışma sırasında, sahnedeki güzellerden birine yanaştım ve ‘En güzel sensin’ diye iltifat ettim.
Yarışma sonrasında benim favorim kraliçe seçilince, yaptığı ilk iş benim boynuma sarılmak oldu. Ondan sonra bu kızın ‘hamisi’ durumuna geldim ve bütün programı onunla birlikte yaşadım. Fotoğraf çekimi ve mülakat için hep bana başvuruluyordu. Tabii ki bu arada ben de onunla birlikte dans ederken fotoğraf çekildim. Ertuğrul da kendine göre fotoğraflarını çekiyordu.
Yarışma sonrasında otele giderken Ertuğrul teklif etti: “Kardeş, yarın sabah saat 10.00’da Lufthans’nın önünde buluşalım ve filmlerimizi gönderelim” Ama ben Ertuğrul’a güvenemezdim ki. Aynı gece özel bir adreste filmi banyo ettirdim. Filmden bir tek kare kestim. Zarfladıktan sonra sabah saat 09.00’da İberia Havayolları’na gittim. Zarfımı Madrid ve Frankfurt üzerinden İstanbul’a gönderdim. Zarfın bu şekilde aktarmalı gitmesi zordu ama bu bir kumardı. Ertuğrul ile saat 10.00’da buluştuğumuz zaman film şeridini olduğu gibi gösterdim. Filmi zarfa koydum. O da filmini zarfa koydu. İki zarfı birlikte Lufthansa’ya verdik.
Çok talihliymişim ki, İberia ile gönderdiğim zarfım o günün akşamı Madrid ve Frankfurt’tan sonra İstanbul’a ulaştı. Ertesi gün Basın Merkezi’nde telekslerin başındayız. Milliyet’in Fotoğraf Servisi Müdürü Hüseyin Kırcalı da yanımızda.
Ertuğrul yazıyor: “Burada güzellik yarışması yapıldı... Filmler bugün elinize geçecek”
Karşı taraftan cevap: “Güzellik Yarışmasına ait haber ve fotoğraf bugün Hürriyet’in birinci sayfasında var” O zaman Ertuğrul’un yüzünü görmeliydiniz. Bana döndü ve sorar gibi baktı. Ben de ‘Ajanslardandır’ dedim. Ertuğrul da aynısını yazdı ama oradan gelen cevap daha da moral bozucuydu: “Fotoğraf renkli”.
O zaman ajanslar henüz renkli fotoğraf çekmiyorlardı. Ben de ‘Ne bileyim kardeşim, filmi beraber göndermedik mi? O resim bir ajanstan gitmiştir’ diye ısrar edince, Hüseyin Kırcalı araya girdi ve Ertuğrul’u daha çok fitillemeye başladı: “Vay be Ertuğrul, başına bu da mı gelecekti. Hürriyet basıldı, satıldı ve Diyarbakır’da kese kağıdı oldu ama senin haber halâ yayınlanmadı.”
Egale edilemeyen gol kralı
Ertuğrul ile Arjantin’de bu kez bir başka ödül törenindeyiz. Dünya Kupaları’nın egale edilemeyen gol kralı Juste Fontaine’ye ödül verilecek. Dünya Kupası tarihinde, İsveç 1958'de 13 gol atarak rekor kıran Fontaine’nin ödül törenine Halit Kıvanç, Necmi Tanyolaç, Kemal Belgin, Togay Bayatlı, Metin Türel, Erol Aydın, Hüseyin Kırcalı, Ertuğrul Akbay ve ismini hatırlayamadığım arkadaş ile kalabalık bir şekilde gitmiştik. Orada Ertuğrul Akbay, güzel bir kız ve top buldu. Kızı masaya çıkardı. Fontaine’yi de yanında getirdi. Ben de arkadaşlara, ‘Bakın şimdi Ertuğrul’u nasıl çıldırtacağım’ dedim. Ve arkasından deklanşöre bir kez bastım. O sırada Ertuğrul geri döndü ve “Benim hazırladığım sahneyi çekme yahu ” diye bağırdı. Arkadaşların yanına oturduğum zaman hepsi kıs kıs gülüyorlardı.
O gün filmleri ancak akşam uçağı ile gönderebilirdik. Haber de ertesi gün kullanılabilir ve iki gün sonra da yayınlanabilirdi. Saate baktım. Frankfurt’a gidecek olan bir uçağın kalkmasına yarım saat vardı. O uçağa kargo vermenin imkânı yoktu. Ben tuvalete gider gibi yaptım ve bir taksiye atlayarak 10 dakika ilerideki havaalanına gittim. Basın kartı sayesinde içeri girdim ve Lufthansa uçağına kadar gittim. Bir hostese yalvardım. Bir arkadaşımın kendisini Frankfurt havalimanında karşılayacağını söyledim. Hostes kabul etti ve içinde film olan zarfımı aldı. 20 dakika sonra geri döndüğüm zaman, yerime otururken Hüseyin Kırcalı yine konuştu: “Eee Sayın Karaçay, zarf gitti mi? ”
O an Ertuğrul’u gerçekten görmeliydiniz. Hüseyin ateşlemeye devam etti: “Oh anam oh, haber yine yarın Hürriyet’te. Diyabakır’da kese kâğıdı olduktan sonra da film Günaydın’a gidecek”
Ajda Pekkan ve Eurovizyon
Kader Ertuğrul ile beni bir kez de 1980’de Hollanda’da karşı karşıya getirdi.
Ajda Pekkan Eurovizyon Şarkı Yarışması için Hollanda’daydı.
Böyle olunca, Ertuğrul Akbay ile Arjantin sonrasında bir de Lahey’de kapıştık. O zaman Hürriyet’in başında ağabeyim ve dostum rahmetli Nezih Demirkent vardı. Ajda, ünlü bir işadamı ile yaşıyordu. Rahmetli Demirkent telefonla aradı:
”İşadamı ……. bugün Hollanda’ya gidiyor. Havalanından al ve ilgilen. Sonra da bir ara Ajda ile birlikte fotoğrafını çek ve bana gönder. Bu işi yapamazsan ceketini alır ve Hürriyet’ten gidersin ha ! ”
İşadamını havaalanından aldım ve Lahey’deki otele götürdüm. Ertesi gün, Lahey’de otelde işadamı, Ajda ve eşimle otururken Ertuğrul Akbay geldi. Artık bir yarış da burada başlayacaktı. Ben o zaman aynı zamanda TRT’ye de çalışıyorum. Kafile Başkanı TRT’ci Bülent Özveren’e, “Bak, bu Ertuğrul Ajda ile ne yapmak isterse bana bildir ha ! ”  dedim. Daha sonra onun Ajda’yı bir camiye götürüp dua ederken fotoğraf çekeceğini öğrendim. İyi bir işti. Ben de Ajda’yı Hollanda’nın otantik kasabası Volendam’a götürmeyi planladım ve Bülent Özveren’den bu izni aldım. Daha sonra işler sıkışınca gidemedik. Ben de Volendam’a adam gönderdim ve bir  milli kıyafet satın aldırdım.
Ajda’yı Lahey’e yakın Minyatür Park Madurodam’a götürdüm. Orada Volendam kıyafeti giydirdim. Bir yığın fotoğraf  çektikten sonra sokakta bir laternacı buldum. Orada da çektiğim fotoğraflar başta Hürriyet olmak üzere, Kelebek, Hafta Sonu, TV’de 7 Gün ve Gong  dergilerinde  birinci sayfadan yayınlandılar.
Ajda’nın işadamı ile fotoğraf çekimini merak ediyorsunuzdur. Onu da anlatayım.
Hiçbir gazetecinin fotoğraf çekmeye teşebbüs bile edemediği işadamı, Ajda, ve eşim ile, fiyaskoyla sonuçlanan yarışma sonrasında otelin barına gittik. İşadamı da Ajda da kederden çok içtiler.
O sırada işadamına seslendim:
 “ ….. kardeş bir hatıra fotoğrafı çekilelim mi?”
İşadamından yanıt cesurcaydı : “Çekin anasını satayım”
Barda dolaşan foto muhabirimiz Zozo Toledo’ya seslendim :
“Zozo, gel bir fotoğrafımızı çek. ”
Zozo’dan yanıt : “Çekmem abi”
İşadamına sesleniyorum : “Söyle şuna bir fotoğrafımzı çeksin”.
İşadamı sesleniyor :  “Çek lan Zozo”.
Zozo direniyor : “Abi şimdi sarhoşsun, yarın ayıkınca beni mahvedersin”.
Sonuçta Zozo’ya resim çektirdik.
Aynı gece Schiphol Havalimanına gittim ve zarfı kargoya verdim.
Ertesi gün sabah otelde Ajda ile TRT için çekim yaparken işadamı İstanbul’u telefonla arıyordu :
“Gazeteleri dolaşın. Fotoğraflar gitmiş. Çaresine bakın.”
Ama Nezih ağabey, Hafta Sonu gazetesinin birinci sayfasını tamamen bizim fotoğraflarla doldurmuştu. “ İlhan Karaçay,  ünlü işadamı ve Ajda Pekkan’ı işte böyle görüntüledi.” Başlığı ile sadece 100 adet bastırmıştı. İnanır mısınız, ünlü işadamınin isteği üzerine o akşam gazetenin sahibi Erol Simavi bile işe müdahele etmiş ve gazeteye kadar gelmişti. Aynı akşam ne oldu biliyor musunuz? Anadolu’ya gazete götüren tüm kamyonlar durmuştu. Zira bu nakil işini de o ünlü işadamı yapıyordu.
Evet, işte bunlar gazeteciliğin  güzel anları.
Ama gazeteciliğin çileli anları da çoktur. Örneğin, daha önce fotoğraflı olarak yayınladığımız bir haber vardı. Hürriyet muhabiri Ünal Öztürk ile Zaman muhabiri Basri Doğan’ı, yere oturmuş çalışırken görüntülemiştik, Hem de nerede biliyor musunuz? Hollanda Parlamento binası içinde. Gazetelerine haber yetiştirmek ve ‘atlamamak’ için ter içinde kalan bu arkadaşlarımızın çilesini anlayın artık.
 

Hiç yorum yok: