Hilmi Yavuz h.yavuz@zaman.com.tr
Ölümler, geçmişin hatırlanmasıdır: Bende böyle olmuştur her
zaman. Ölümlerle geçmişe gider, onları orada, geçmişte, yaşarken bulurum.
Tunç Yalman'ın ve Celalettin Çetin'in ölümleri, beni aldı,
yaşlı ve bezgin bir hayalet gibi, 1950'li yılların Cağaloğlu'sunda Molla Fenari
Sokağa, 'Vatan' gazetesinin istihbarat odasında, koridorlarında,
mürettiphanesinde, yazarlar odasında dolaştırmaya başladı. Şimdi yerinde yeller
esen 'Vatan' binasına...
Sadece Vatan binasına mı, değil elbette! Celalettin Çetin'i,
gazeteciliğinden çok ama çok önce, Kabataş Erkek Lisesi'nden tanıyordum. Bizden
bir sınıf üstteydi;- yanılmıyorsam, Demir Özlü'lerin sınıfında. 1951-52 ders
yılı başında, lise ikinci sınıfa, ailesi Siirt'ten geç döndüğü için bir hafta
geç başlayan Hilmi Yavuz, daha okula adımını atar atmaz, İsviçre'de talebe
müfettişi iken Kabataş Erkek Lisesi'ne müdür olarak tayin edilmiş Faik Dıranaz
mitolojisiyle allak bullak olmuştu. Bir önceki yıl, emekliliğini beklediği
için, sigara dumanlarının bir vapur bacası gibi kapıdan dışarı uğradığı
tuvaletlerin önünden geçerken başını öte yana çeviren müdür Cemal Artüz'ün
yerine, belalı bir Faik Dıranaz! Okula geldiğinin ertesi günü, bütün
öğrencileri konferans salonunda toplayıp 'sigara içen asla Kabataşlı
olamayacaktır!' dediğinde, vahim tiryaki Hilmi Yavuz'da şafak atmıştı. Dahası,
yeni müdür, öğrencilerin saçlarını uzatmasına da şiddetle karşıydı. Bütün
salon, neredeyse sinek uçsa duyulacak bir sessizlikte, dehşetengiz Faik
Dıranaz'ı yürekkıran bir endişeyle dinlerken, konferans salonunun kapısı
açılmış, içeriye uzun saçlarıyla Celalettin Çetin girmişti. Öğrenciler,
soluklarını tutmuş, ne olacağını bekliyorlardı. Celalettin, o sessizlikte,
topuklarının çıkardığı tok seslerle salonun ön tarafına doğru yürürken, belli
ki o an'a kadar şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeyen Faik bey, ince tel çerçeveli
gözlüklerini sertçe düzeterek Celalettin'i yanına çağırdı. Herkes soluğunu
tutmuş, bekliyordu. Faik bey, 'Nedir bu? Siz Kabataşlı değil misiniz?' diye
bağırdı. Celalettin'in istifini bozmadan verdiği cevap şuydu: 'Evet ama aktörüm
ben!' Konferans salonundaki öğrencileri görecektiniz: kahkahalar durmak
bilmiyordu!
Celalettin'in nevi şahsına münhasır bir kimlik olduğunu bu
olay yeterince aydınlatıyor. Onu daha sonra, bu defa da gazeteci olarak
yakından tanıdığım yıllar, 'Dünya' gazetesinden 'Vatan'a geçtiği yıllardır.
Onun şiirlerini, daha sonra evleneceği sevgili eşi Ayla'nın, kızlık soyadını
kullanarak yayımladığı 'Sarıçam' adlı şiir kitabını, ne yazık ki kitaplığımda
bulamadım. Ama, Babıali hatıralarını derlediği 'İşte Babıali' (Cem Yayınları,
1991) burada masamın üzerinde duruyor. Kitabın 44. sayfasında, birlikte geçen
günlerimizi şöyle anlatıyor Celalettin: 'İşte böyle sürüp giderken[...]
transfer edilerek geldiğim bu ikinci gazetemde ben ancak Hilmi Yavuz'la
anlaşıyorum, ona sokuluyorum, onunla yürüyorum akşamları Aksaray'a doğru.[...]
Babıali oyunlarının dışına çıkarak eski günlere, şiir dolu günlere gidiyoruz.'
Doğruydu. Celalettin'le yürüyorduk çoğu defa: 26 Mayıs
1960'ı 27 Mayıs 1960'a bağlayan gece de onunla yürümüştük: Sokağa çıkma yasağı
vardı ama her ikimiz sıkıyönetimden izinliydik: Bomboştu sokaklar, Vatan
Caddesi'nden yukarıya, Akdeniz Caddesi'ne sapmıştık ki, bir askerî cip belirdi.
Durduk. Cipten inen bir subay, sanırım bir üsteğmendi, izin kağıtlarımızı
sordu, gösterdik. Tam o sırada cipten inen bir sivili gördük;- tanıyordum o
sivili: DP Fatih İlçe Başkanı Dr. Ömer Faruk Sargut'tu!
Dr. Sargut, subaya, bizi tanıdığını ve gazeteci maskesi
arkasında CHP lehine kışkırtıcı faaliyetlerde bulunduğumuzu söyledi,
'Tutuklayın bunları!' dedi. Subay, sertçe, 'Burada komutan benim, kararı ben
veririm' cevabını verdi Dr. Ömer Faruk'a, sonra bize döndü, 'Gidebilirsiniz!'
dedi.
Celalettin, subayın tavrından bir şeyler sezinlemişti, yokuş
yukarı yürürken, mırıldandı: 'Bu gece bir şeyler olacak!'
Oldu da!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder